MANŞET!

KUR’AN NASIL OKUNUR VE DİNLENİR?

KUR’AN NASIL OKUNUR VE DİNLENİR? Karanlıklardan aydınlığa çıkalım, (Hadid 9) en doğru yolu bulalım (İsra 9) diye biz kullarına Kitabullah...

23.05.2017

UYGUN Bİ ZAMANDA BUNU OKU... AMA MUTLAKA... ÜŞENME !

UYGUN Bİ ZAMANDA BUNU OKU... AMA MUTLAKA... ÜŞENME !
“ALNIMDAKİ IŞIK”
Romanından bir bölüm    
Mehmed ALAGAŞ
  
...
—Birçok câmide önemli meselelerin anlatılmadığını söylediniz. Oysa bütün câmilerimizde İslâm’ın en küçük, en ayrıntı meseleleri dâhi anlatılıyor.
 —Ben câmilerde, İslâm’ın en küçük en ayrıntı meseleleri anlatılmıyor demedim. Bunlar anlatılıyor. Birçok câmide anlatılmayan, İslâm’ın en büyük meselesi olan tevhid ve şirk.  
—Anlatılmadığını nereden biliyorsunuz?
—Ne zamandır câmilere gidiyorsunuz?
—Küçük yaştan beri.
—Tabi ki bu yaşınıza kadar birçok hocanın hutbe ve vaazını dinlediniz.
—Elbette.
—Lütfen söyleyeceklerime dikkat edin. Kur’an-ı Kerim’e iman eden bütün hocaların, bütün âlimlerin Resûlullah’ı örnek almaları gerekir. Çünkü âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamber vârisleri olan bu âlimler, peygamberlerin nasihatlerini peygamberlerin dâvetlerini insanlara iletmekle görevlidirler. Şimdi size soruyorum:

   Efendimiz (s.a.v)’ in ve bütün peygamberlerin en önemli dâveti neydi?   
  Durdum… Câmilerde dinlediklerimi hatırladım. Cevap belliydi:
Allah’a kulluğa davet etmek.
Güzel, ancak eksik cevap!
Nesi eksik?
Yarısı!
—Anlayamadım!
—Bakın. Şânı yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, bütün peygamberlerin gönderiliş gayelerini iki esasa bağlıyor.  İnsanları tâğuttan ve tâğuta kulluktan sakındırarak, Allah’a kulluğa davet etmek.

   Andolsun ki biz, Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber göndermişizdir.”[1]
  
   Şimdi söylerin bana, küçük yaştan beri dinlediğiniz vaaz ve hutbelerde, tağutun ne olduğunu tâğuttan nasıl sakınmak gerektiğini öğrendiniz mi?
   Tâğut! İlk olarak duyduğum bir kelime. Belki Türkçesini biliyorumdur! Sordum:
   Tâğut ne demek?
   Durdu. Bakışlarında hüzün vardı.
Tâğut, insanları Allah’ tan ve Allah’ a kulluktan uzaklaştırarak, kendisine davet eden her şeydir. Görüntüsü zaman ve mekâna göre değişebilir. İnsanların karşısına bazen bir put, bazen bir firavun, bazen bir din adamı, bazen bir tarikat, bazen bir parti, bazen bir ideoloji, bazen bir devlet olarak çıkabilir!..
   Şaşırmıştım.
—Ülkemizde hangi çeşidi var?
—Ne yazık ki hepsi, hatta daha fazlası!
  Başımı pencere tarafına çevirip dışarılara bakmaya başladım. Adam tâğuttan bahsediyordu. Bütün peygamberler, insanları tâğuta kulluktan sakındırmak ve Allah’a kulluk yapmaya davet için gönderilmiş. Peki, neymiş tâğut?  İnsanları Allah’a kulluktan engelleyip, kendisine kulluğa, itaate davet eden her şeymiş! Ülkemizde birçok çeşidi varmış!    Dışarıları düşünüyorum,
   Toplumu düşünüyorum,
   Tarikatları düşünüyorum,
   Devleti düşünüyorum.
   Düşünüyorum ama adamın söylediği anlamda hiçbir tâğut göremiyorum! Bu ülkede insanları Allah’tan engelleyen ne var ki!
   İsteyen, istediği camide namazını kılabiliyor! 
   İstediği zaman orucunu tutup, kurbanını kesebiliyor!
   Eeee! İnsanları Allah’a kulluktan engelleyen tâğut nerede?
    Hocaya döndüm:
Bu ülkede insanları Allah’a kulluktan engelleyen hiçbir şey göremiyorum. İsteyen herkes namazını kılıp orucunu tutabiliyor. Bütün bunlara kim engel oluyor ki?
— Söylediklerin doğru. Bu gibi şeylere pek engel olunmuyor. Ama meseleyi biraz daha geniş düşün. Tâğutun insanları Allah’a kulluktan engellemesi iki türlüdür. Birincisinde zor ve baskı vardır. İnsanlara zor kullanılarak, işkence edilerek “Allah’a kulluk etmeyeceksiniz ” denilir. Nitekim tarihte bunun çok örnekleri vardır. Mesela Ashâb-ı Uhdut,  imanlarından dönmeyen bütün müminleri ateş çukurlarına atmıştır.[2] Bu, Tâğutun birinci yaklaşımıdır. İkinci yaklaşımı ise, birincisinden yumuşak ancak çok daha tehlikelidir. Tâğut bu yaklaşımında  insanlara  zor  ve   baskı     kullanarak “ Allah’a kulluk yapmayacaksınız ” demez. İnsanları sizinde belirttiğiniz gibi namaz, oruç gibi Allah’a kullukla ilgili bazı ibâdetlerden engellemez. İnsanlardan sadece bir isteği, bir beklentisi vardır.
   Sustu. Bekli de dinlenmek istiyordu. Ama ben meraklanmıştım.
—Nedir o isteği?
Hem Allah’a, hem de kendisine kulluk yapmaları! Çünkü bunların akıl hocası, vesvese elçisi Şeytan çok iyi biliyor ki, Allah ile beraber başka bir şeye kulluk yapan bir insan, kesinlikle ve kesinlikle Allah’a kulluk yapmış olmaz. Allah’a kullukta tevhid esastır. Çünkü Allah’a kulluk, sadece ve sadece Allah’a yapılan kulluktur:
  
   “Allah ile birlikte başka ilâh (otorite) edinme. Sonra kınanmış ve dışlanmış olarak cehenneme atılırsın.”[3]
         
   Âlemlerin Rabbi olan Allah, kendisiyle beraber başka bir şeye de kulluk yapılmasından kesinlikle razı olmaz. Böyle bir kulluğu asla kabul etmez.
   Bunu biraz açayım:
—Çocuğunuz var mı?
—Evet, bir oğlan bir kız.
—Allah İslâm’a bağışlasın. Şimdi oğlunuzu ele alalım. lunuz size baba demediği, babalığınızı inkâr ettiği zaman kızarsınız değil mi?
Ne biçim soruydu bu!
—Tabii ki kızarım!
İşte Allah’ı ve Allah’a kulluğu inkâr edenlerin örneği bunun gibidir. Önce inkâr ettirmek. Tâğutun ikinci yaklaşımı ise, sizi inkâr etmeyecek oğlunuzun bazı kimselere de “baba” demesini sağlamaktır. Peki, böyle bir durumda ne yaparsınız? Oğlunuz sizden başka bazı kimselere de “baba” diyorsa, size “baba” demesinin bir önemi, bir anlamı var mıdır?
   İlginç bir örnekti.
   Düşündüm! Oğlumun bana “baba” dememesi, benim babalığımı inkâr etmesi ile, benimle beraber bazı kimselere de “baba” demesi aynı şey gibiydi! Önemli olan benim babalığımı inkâr etmemesi ve sadece bana  “baba” demesiydi.
   Said Hoca devam etti:
   İşte Allah’la beraber başka şeylere de kulluk yapanların durumu, babasıyla beraber başka adamlara da “baba” diyen kimselerin durumuna benzer. Çocuğun üzerinde yegâne babalık hakkı bulunan sen, böyle bir durumu nasıl kabullenmiyorsan, insanların üzerinde ilâhlık hakkı bulunan, insanları yaratan, insanları yaşatan Allah da, kendisiyle beraber başka bir şeye kulluk edilmesini Allah asla kabul etmez.
   Gülümsedim.
   Sadece Allah’a, kulluk meselesini, ne güzel bir örnekle anlatmıştı.
   Evet anlamıştım.
   Allah’la beraber hiç bir şeye kulluk yapılmazdı. Hem Allah’a hem tâğuta kulluk yapanlar, Allah’a değil tâğuta kulluk yapan kimselerdi.
   Tâğut!
   Yine geldim bu kelimeye!
   İyi ama bu tâğutun ne olduğunu, kimler olduğunu, insanları kendisine nasıl çağırdığını hala bilmiyordum.
—Bu ülkede Tâğutun kim olduğunu, ne olduğunu hâlâ anlayamadım, dedim.
—Selçuk Bey! Din ve ilâh kavramlarının ne anlama geldiğini anladığınız zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki tâğutun da ne olduğunu, kim olduğunu anlayacaksınız.
Önce din kelimesi üzerinde duracağım:
   Din bir yaşam şeklidir. İslâm dini, bazı kimselerin zannettiği gibi yirmidört saatimizin belirli bir kısmına değil, yaşadığımız yirmidört saatin tamamına müdahale eden, ışık tutan, denetleyen, disipline alan bir dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır.
   Kur’an’a baktığımız zaman, bütün bir hayatımızı kuşatan, bütün bir hayatımızı denetleyen hükümlerin kanunların bulunduğunu görürüz. Çünkü din budur. Çünkü din, bu genişlikteki bir yaşam tarzıdır. Din dediğimiz zaman bunu anlamamız gerekir.
    Her din bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı olduğu gibi, her dünya görüşü her yaşam tarzı da bir dindir. Putperestlik bir dindir, Mecûsilik bir dindir. İnsanlara bir yaşam tarzı dayatan her ideoloji,  her “izm” bir dindir.
   Dünyada genel olarak iki çeşit din vardır. Hak dinler ve batıl dinler. Beşer kaynaklı olan bütün ideolojiler, bütün izmler, bütün dinler bâtıldır. Birçok bâtıl din olmasına rağmen bir tane, sadece bir tane hak din vardır.
   Hiç düşünmeden müdahale ettim:
—İslâm!
—Neden İslâm?
—Nedeni var mı? İslâm dini beşer, yani insan kaynaklı bir din değildir. Allah’ın gönderdiği bir dindir.
—Doğru söyledin ama açıklaman gereken bir husus var. Mûsevîlik de Hıristiyanlıkta da semâvi, yani ilâhi kaynaklı bir dindir. Neden Mûsevîlik ya da Hıristiyanlık demedin de İslâm dedin?
O dinlerde ilâhi kaynaklı ama onlar dinlerini bozmuşlar, değiştirmişler.
Evet doğru. Kaynağı ilâhi olmasına rağmen, insanların değiştirerek, bazı ilâve ve eksiltmelerde bulunarak tahrif ettikleri dinler de bâtıl dinlerdendir.
   Kısa bir süre sustuktan sonra sordu:
Peki,  müslümanım diyen insanlar da dinlerine bazı ilâve ve eksiltmelerde bulunsalar, ismine yine İslâm dedikleri bu din, hak din olur mu?
   Ne diyecektim ki! Cevap belliydi.
—Olmaz.
—Evet olmaz. Bunları söylememin nedeni, İslâm dinini hak din yapan unsur, bu dinin sadece semâvi oluşu ya da adına İslâm denilmesi değildir. Dolayısıyla Yaşadığımız dünyada adına İslâm denilen her dine, adına İslâm denilen her yaşam tarzına hak dindir diyemeyiz. Çünkü adına İslâm denilmesine rağmen, insanların ilâve ve eksiltmelerde bulundukları, bilerek veya bilmeyerek tahrif ettikleri din, asıl itibariyle hak din olan İslâm değildir. Kaynağı ilâhi olmasına rağmen, insanların değiştirdikleri bu dinin, Hıristiyanlıktan ya da Mûsevîlikten bir farkı kalmamıştır.
   Allah katında yegâne hak din olan İslâm, Kur’an ve sünnet çerçevesindeki İslâm’dır. Çünkü hak olan din, hak olan ölçülere göre yaşanan dindir.
—İyi ama İslâm dininde de bu tahrifat yapılmış mı? İslâm dini de bâtıl mı?
—Sümme hâşâ! İslâm dinini böyle bir genellemeye dâhil etmekten Allah’a sığınırım. Günümüz dünyasında hak olan İslâm’ı, hak olan ölçülere göre yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Ancak adına İslâm denilmesine rağmen bazı çevreler, bazı fırkalar, bazı tarikatlar tarafından tahrif edilen din, hak olan İslâm değildir. Bunu da bilmeliyiz.
   Anlamıştım meseleyi. 
   “Dünyada hak olan yegâne din İslâm’dı. Ama adına İslâm denilen her din hak değildi. ”
—Din konusunda bu kısa bilgi yeterli. Şimdi de ilâh kavramı üzerinde biraz durmamız gerekecek.
   İlâh, yüce bilinerek kendisine sığınılan, kendisinden yardım istenen, emir, hüküm ve sözleri dinlenip uygulanmaya lâyık ve hak sahibi görülen, kendisine ibâdet ve itaat edilen mâbut, tanrı demektir.
   İşte İslâm’ın yani İslâm’a girmenin ilk ve öncelikli şartı, ilâh olarak sadece Allah’ı bilmek, sadece Allah’a kulluk etmektir.  Nitekim Kelime-i Şahâdet’te yer alan   “Lâ ilâhe illallah”ın manası budur:
   Allah’tan başka itaat edilecek hiçbir otorite yoktur.”
  
   Sait Hoca birkaç nefes soluklandıktan sonra:
—Şimdi size bir şey sormak istiyorum, dedi. Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına göre, şânı yüce Rabbimiz bizleri neden ısrarla bu kelimeye, bu Kelime-i Tevhîd’e dâvet ediyor?
—Anlayamadım!
—Bakın size bir örnek vereyim. Daha önce oğlunuzdan bahsetmiştik. Siz hiç oğlunuza, “Oğlum! Senin benden başka baban yok. Senin baban benim” dediniz mi?
—Demedim.
Tabi ki demediniz. Peki, oğlunuzun yegane babası olan siz böyle bir söze gerek duymadınız da, insanlarıyegâne İlâhı olan Allah neden böyle bir söze gerek duydu? Neden bizlere ısrarla: “Sizin benden başka ilâhınız yoktur. Sizin ilâhınız Benim” gerçeğini hatırlatıyor?
   Sustum. Ne diyeceğimi şaşırdım.
—Telaşlanmayın. Mesele pek karışık değil. Şunu düşünün. Oğlunuza: ”Oğlum! Senin benden başka baban yok ” sözünü ne zaman söylersiniz? Ya da hangi durumlarda böyle bir söze gerek duyarsınız?”
   İlginç bir soruydu.
   Ben çocuğuma hangi durumlarda, “Oğlum! Senin benden başka baban yok!” derdim. Cevabı belliydi. Şayet oğluma bazı kimseler babası olduklarını söyleyip, yalan iddialarda bulunurlarsa o zaman bu söze gerek duyabilirdim.
Şayet bazı kimseler oğluma babalık iddiasında bulunurlarsa, o zaman söyleyebilirim.
   Hafifçe gülümsedi.
—İşte bu kadar basit! Nitekim Kelime-i Tevhîd’e davet edilmemizin hikmeti de bu. Allah’tan başka ilâh yoktur, ilâh yoktur amma, bu dünya hayatında bizlere ilâhlık taslayan, ilâhlık iddiasında bulunan birçok şey bulunmaktadır. Allah’ın kullarından ilk isteği, işte bu sahte ilâhları reddetmek, ”Lâ ilâhe” diyerek onlara karşı durmaktır.
   Ona sordum:
—Yaşadığımız bu ülkede bizlere ilâhlık taslayan ilâhlık iddiasında bulunan sahte ilâhlar var mı?
Şanı yüce Rabbimizin ilâhlık hakkını kendinde gören her kişi, her merci ya da her kurum insanlara ilâhlık iddiasında bulunmaktadır.
—Hocam burayı pek anlayamadım!
—Rabbimiz tüm insanlar üzerideki ilâhlık hakkını anladığın zaman bunu da anlayacaksın.
   Ve başladı izah etmeye:
Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, bizleri bu dünyaya keyfimize göre yaşamamız için göndermemiştir. Karşılığı cennet ya da cehennem olan bir imtihan dünyasıdır bu! Bu imtihanın boyutları, bu imtihanın çerçevesi ise bazı kimselerin zannettiği gibi, belirli vakitlerde namaz kılmak, belirli vakitlerde oruç tutmak, kurban kesmek, zekat vermekten ibâret değildir. Daha açık ifadeyle, Rabbimiz biz insanlara: “Belirli vakitlerde namaz kılın, belirli aylarda oruç tutun, belirli aylarda hacca gidin. Bu vakitlerin dışında kafanıza göre yaşayın!” gibi bir serbestlik vermemiş, insanları böyle bir başıboşluğa terk etmemiştir. Çünkü İslâm’a göre Allah’a kulluk, muayyen vakitleri değil bütün bir yaşamı kuşatan bütün davranışlarımızı kapsayan bir kulluktur. Dolayısıyla, Rabbimiz biz insanlara, sadece namazla, sadece oruçla ilgili hükümler değil, tüm yaşamımızla ilgili hükümler, yasalar indirmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan her insan, yaşam ve yaşam tarzıyla ilgili bu hükümleri görür.
   Biraz duraksadıktan sonra bana sordu:
İnsanları yaratan ve değişik nimetlerle yaşatan Allah’ıinsanların nasıl yaşayacakları ilgili olarak emir vermeye, hüküm koymaya hakkı var mıdır?
   Ne biçim bir soruydu bu!
—Elbette vardır!
   Anladığımı görerek sözlerine devam etti:
—İlahlık hakkını anladıktan sonra ikinci bir hususu daha anlaman gerekir.  Allah bu ilâhlık hakkını hiçbir peygambere, hiçbir evliyâya, hiçbir kişiye, hiçbir mercîye, hiçbir kuruma, hiçbir devlete vermemiştir. İnsanlar ve toplumlar üzerindeki bu ilâhlık hakkı, sadece ve sadece Allah’a ait bir haktır. Şu âyette olduğu gibi:         
O, kendi yönetimine hiç kimseyi ortak etmez.”[4]
—Anladım hocam!
—Mâdem anladın, şu sorumu cevapla: Herhangi bir insan, herhangi bir kurum, ya da herhangi bir devlet, Allah’ın insanlar üzerindeki ilâhlık hakkını kendisinde görürse, böyle bir hak bende de var derse, kendisini ne yerine koymuş olur?
   Hemen cevap verdim:
—İlâh yerine!
—Peki, bunlar ilâh mı?
—Tabi ki değil!
—İşte insanlara ilâhlık taslayan, ilâhlık iddiasında bulunan sahte ilâhlar bunlardır. Allah’ın hüküm koyduğu bir meselede hüküm koymaya kalkışan, Allah’ın haram dediğine helâl, helâl dediğine haram diyebilen her kişi veya kurum, insanlara bilerek ya da bilmeyerek ilâhlık taslamaktadır. Müslümanın görevi ve müslüman olmanışartı, kendisine ilâhlık taslayan bu gibi şeylere “Lâ ilâhe” diyerek reddetmesi, ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip, sadece Allah’a yönelmesidir.”
   Öylece kalakaldım!
   Sözlerini gayet iyi anlamıştım. Ama bu anladıklarımı bir yer oturtamıyordum.
—Biraz daha açar mısın hocam?
—Tabi. Meselâ, Rabbimizin namaz konusundaki hükümlerinden biri, dünyanın neresinde olursak olalım Kâbe’ye yönelmemizdir. Şimdi herhangi bir kişi ya da herhangi bir meclis: “Bundan sonra namaz kılarken Kâbe’ye değil Eyfel Kulesi’ne yöneleceksiniz” derse, böyle bir kanun çıkarırsa ne yaparsın?
—Ne yapacağım belli değil mi hocam! Onlara: “Sizin de, kanunlarınıza da…”
   Ellerini kaldırarak beni susturdu. Ve kendisi devam etti:
—Kısacası bu hükmü, bu kanunu reddedersin. “Bu konuda hüküm koymak Rabbimin hakkıdır ve en güzel hüküm Rabbimin hükmüdür” dersin. Onların bu konuda hükmünü ve hüküm koyuculuğunu reddedersin. Öyle değil mi?
—Elbette hocam!
—İşte önemli olan, Allah’ın bu hükmünde gösterdiğin müslümanca tavrı, Allah’ın diğer hükümlerinde de göstermen. Çünkü Rabbimiz sadece namaz, sadece oruç hükmü koymamış. Kendisine kullukla ilgili olarak sadece bu hükümlerin gereğini yapmamızı emretmemiş. Yüce Rabbimiz, doğumumuzdan ölümümüze kadar bütün hayatımızı kuşatan hükümler koymuştur. Bu hükümlerin bir kısmı önemli, bir kısmı önemsiz değildir. Namazla ilgili hükümler nasıl önemli ise, evlilikle, aile hayatıyla, işimizle, ticaretimizle, toplum ilişkilerimizle ilgili hükümler de o kadar önemlidir. Bütün bu hükümler, Allah’a kulluğumuzun bir gereği olarak yaşamamız gereken hükümlerdir.
   Allah’ın bu konulardaki hükümlerine zıt hükümler koyarak, insanları bu hükümlere itaate davet eden her kişi ya da kurum, insanlara ilâhlık taslayan, insanları kendisine kulluğa davet eden birer tâğuttur.
   Müslüman’ın görevi ise, kendisine ilâhlık taslayan bütün tâğutları ”Lâ ilâhe” diyerek reddetmesi ve tâğuta itaatten şiddetle sakınmasıdır.
Evet! Tâğut’un ne olduğunu en sonunda açıklık kazanmıştı. Allah’ın hükmüne rağmen hüküm koyan, insanları bu hükümlere davet eden her kişi ya da kurum birer tâğuttu. Ve bütün peygamberler de insanları tâğuta kulluktan sakındırmak için gönderilmişti.
Sait Hoca’nın söylediklerini düşündükçe yerimde duramıyordum. Söyledikleri her şeyi aydınlatmıştı. Odada yalnızmışım gibi ayağa kalktım. Pencerenin yanına giderek tekrar dışarıya, tekrar dışarıya baktım.
   Her şeyi başka çok daha başka görüyordum. Her şeyin maskesi düşmüştü sanki!
   Allah’ın hükümlerini inkâr ederek,
   Allah’ın hükümlerini gözardı ederek,
   Allah’ın hükümlerini çağdışı bularak, insanları kendi hükümlerine davet eden yüzlerce sahte ilâh, yüzlerce tâğut görüyordum dışarılarda!
   “Vay namussuzlar, vay hergeleler” diye bir fısıltı yükseldi içimden. İnsanları nasıl da aldatıyorlar, nasıl da kandırıyorlardı.
   Ki beni de, benim gibi kültürlü birisini de kandırmışlardı.
   Boğazıma, ta boğazıma kadar bir şirk pisliği içinde olduğumu hissettim. Daha önceleri hiç görmediğim, daha önceleri hiç fark etmediğim bir pislikti bu!
   Ne yapayım, ne yapmam gerekir diye düşünmedim. Çünkü biliyordum, biliyordum ne yapmam, ne söylemem gerektiğini:
—Lâ ilâhe!
—Allah’tan başka otorite yoktur! Vallâhi de yoktur, billâhi de yoktur.
—Lâ ilâhe!
—İnsanlara ilâhlık taslayan bütün sahte ilâhları, bütün tâğutları reddediyorum.
—“Lâ ilâhe illâllah...”

●●●
İşte bu anlamda: "HER KİM LAA İLAAHE İLLALLAH DERSE  CENNET'E GİRER."
                                                                   Hz. Muhammed (s.a.v.)
●●●
[1] Kur’an – Nahl 16/36
[2]  Bkz. Kur’an 85 Buruç Suresi
[3]  Kur’an – İsra 17 / 39
[4]  Kur’an – Kehf 18 / 26

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.