MANŞET!

KUR’AN NASIL OKUNUR VE DİNLENİR?

KUR’AN NASIL OKUNUR VE DİNLENİR? Karanlıklardan aydınlığa çıkalım, (Hadid 9) en doğru yolu bulalım (İsra 9) diye biz kullarına Kitabullah...

23.05.2017

HİKAYE - HASAN AĞA

HİKAYE - HASAN AĞA - Daha önce okumadıysan kesin beğenirsin... ama biraz uzunca... uygun bi zamanda mutlaka oku, derim...
HASAN AĞA

Her mahallede olduğu gibi, bu uzun kış gecesinde de yine oturma vardı. Ev sırası Hasan Ağa’ya gelmişti. O akşam sohbet pek tatlı geçti. Misafirler birkaç kez kalkmak istediler ama bir türlü ayrılıp gidemediler. Artık gecenin ilerlemiş saatleriydi.
Birden bire, kapı pencere çalınmadan, hiçbir tarafta herhangi bir tıkırtı duyulmadan, kapının yanında acâip bir şey göründü.
Bu ne garip, ne dehşetli, ne ürperti verici bir şeydi. Hasan Ağa onu görünce, şiddetli bir şekilde sarsıldı. Tüyleri diken diken oldu. Çünkü bakışları hep, Hasan Ağa’nın üzerindeydi.
Hasan Ağa ve misafirler birbirlerine yaklaşıyorlar, korkularına hâkim olmaya çalışıyorlardı, Ama bu ne mümkün!
 Gözlerinin kıyısından kapının yanına bakınca kendilerini kuşatan heyecan dalgaları yenilenip duruyordu.
Bir ara Hasan Ağa kendine gelir gibi oldu.

“Kimdir bu davetsiz misafir?” demeye kalmadı. “Sen misin bu sözü söyleyen” der gibi, Hasan Ağa’ya, sonra birbirlerine kenetlenen misafirlere ve tekrar Hasan Ağa’ya korkunç bakışlarını fırlatarak üzerlerine doğru yavaş yavaş ilerlemesin mi?!
Hasan Ağa’nın kalbi duracak gibi oldu; olduğu yere yığılıp kaldı.
“Eeeyy dünya ehli! Bu kadar mı korkaktınız?” gibilerinden bir şeyler mırıldandı. Sonra bu davetsiz misafir birden bire kayboluverdi. Arkasından herkes, hayretler içinde kaldı. Hiç biri, ertesi akşamına kadar âdeta yerinden canlanamadı.
İkinci gün…
Dünkü vakit yaklaşıyordu. Bugünlerde Hasan Ağanın evinde toplanmak daha uygun olacaktı. Heyecanlı anlar başlamıştı. “Ne yapsak, yine gelir mi acaba?” diye ondan bahsederlerken bile, dehşet duyuyorlardı. Hasan Ağa’nın ise ağzını bıçak açmıyordu.
Derken, sessizce geliverdi.
Fakat bu gece biraz farklı. Bu gece dünkü kadar korkunç görünmüyor. Görünüşünde de biraz yumuşama var gibi. Bizimkilerde de dünkü elektriklenme, dünkü heyecan dalgaları görünmedi. Durdukça da aralarındaki yumuşaklık artıyordu. Değil gözlerinin kıyısı ile bakmak, direkt olarak baktıkları halde bile o, bizimkilere korku vermiyordu. Üstelik kendilerine doğru hafiften ilerlemeye de başladı. Yine de rahatlar.
Tam diz dize yanlarına varmasa da, oldukça yaklaşıp, kendine özgü bir tebessümle:
—Bugün sizi iyi görüyorum. Galiba bana alıştınız. Daha sizinle çoook tanışırız, dedi ve birdenbire kayıplara kırıştı.
Ve üçüncü gün…
Daha dünkü vakit dolmadan çok tatlı bir tebessüm ve güneş gibi bir çehre ile içeri girip:
—Anladım anladım! dedi. Beni bu gece çok özlediniz! Gördüğünüz gibi, sabrınız taşırmamak için, işte geldim!
Artık kapının arkasına falan gizlenmek yok. Doğrudan doğruya Hasan Ağa’nın başucunda. Herkes sevdiklerine kavuşmanın bayram sevincini yaşıyor, her nedense Hasan Ağa’nın ona, canı, kanı kaynıyordu. Onun konuşmaları bir güzel melodi gibi geliyor, sözleri, hem kalbini hem de bütün duygularını okşar gibi oluyordu.
Hasan Ağa içinden:
—Keşke tekrar gitmese… O giderse dünyam kararır. Benim yalnızlığımı kim giderir, diyordu. İsterse gitmeye kalksın, onu bırakmam ki!
Şafak atmakta, ortalık ağarmak üzereydi.
Bu aziz misafir bir teklif ortaya attı:
—Eyy benim dünyalı, değerli dostlarım! Sizin sohbetinize doyum olmaz; ama biliyorsunuz ki, bizim de kendimize göre yapacak işlerimiz var. Sizden müsaade rica edeceğim. Ancak, yarın da ben sizi bizim fakirhaneye bekliyorum!
Eyvah! Ama nasıl olur? Misafirlerden hiçbiri buna hazır değildi. Böyle bir yolculuğu hiç beklemiyorlardı. Ama Hasan Ağa’nın tereddüdü fazla sürmedi. İleri atılıp:
—Ben kabul ediyorum, dedi.
Nasıl olsa ona güvenmişti. Ondan bir kötülük gelecek değildi ya!
—Fakat dedi, Hasan Ağa. Adresinizi de tam bilmiyorum. Yerini bana tarif edebilir misiniz?
—Elbette, dedi. Geleceğin yer, mezarlığın ortasındaki küçük çalılığın dibi!..
Bu aziz misafirin ayrılması çok ilginç, bir o kadarda heyecanlı oldu. Hasan Ağa ona, yarına kadar dayanacak gibi değildi. Doğrusu bizim Hasan Ağa, birazda tuhaflaşmıştı. Misafir:
—Ehh! Bana müsaade artık. Gitmek zorundayım, derken, Hasan Ağa, bütün duyguları bütün heyecanları coşmuş bir halde ve dahası, bütün sevgi gücüyle ona atılmak istedi. Onu kucaklayacakmış gibi oldu. Fakat o artık yoktu. Aniden batan bir güneş olmuştu sanki…
Ertesi gün oldu. Öğle namazından sonra idi. Hasan Ağa mezarlığın yoluna koyuldu. Aile çevresi onu, her nedense nemli gözlerle uğurladılar.
Oturmacı arkadaşları onun halinden, cesâretinden korkar gibi oluyorlardı. Yine de onu yalnız bırakmadılar. Sadece bir kaçı, henüz mezarlığa varmadan halkın arasından ayrıldı. Az bir kısmı da mezarlığın yanından döndü. Diğer vefalıları ise, bir süre daha Hasan Ağa’nın yanında bekleyip ondan sonra ayrıldılar.
Hasan Ağa artık yapayalnızdı. Onu da korkar, geri döner zannettiler. Ama aldanıyorlardı.
Ve Hasan Ağa, adres verilen küçük çalılığın dibine geldi.
Hane sahibi Hasan Ağa’yı hemen karşılayıp kucakladı. Tatlı bir sesle:
—Hoş geldin, sana selâm olsun Hasan Ağa, dedi. Doğrusu seni özlemiştik!
Derken hane sahibi bir kapının ziline bastı.     İçeriden: “Kim o?” diye bir ses geldi.
Ev sahibi özel bir sinyal ile kendini tanıttı. “Yanımda önemli bir misafirimiz var. Üstelik konuğumuz da Hasan Ağa!” dedi.  Hemen kapı açıldı.
Aman Allah’ım! O da ne? Bu ne ihtişam!
Dünyanın bütün güzelleri ve güzellikler sanki burada toplanmıştı.
Hasan Ağa’ya her türlü iltifatlar yapılıyor, etrafındakiler kendisini incitmemeye, çok ama çok özen gösteriyorlardı. Ellerinden tutarlarken, onu kucaklarlarken, sanki onu okşuyorlardı.
Hasan Ağa, bu iltifatlardan bir an kendisini kurtarıp etrafına şöyle bir bakındı.
Hayret üzerine hayret!
Gözünün alabildiği her yer, rengârenk çiçeklerle örtülü. Bunlardan yayılan kokular zevklerin en büyüğünü veriyordu. Pırıl pırıl ırmaklar, çağlayarak akan şelâleler, cıvıl cıvıl uçuşan kuşlar ve yemyeşil zemini daha yeni yeni fark ediyordu Hasan Ağa.
Ancak, Hasan Ağa’nın burada çok garip de bir hâli vardı. İlk gördüğü parlak şeylere gözleri takılıp kalan çocuklar gibi, neye hangi şeye, hangi çiçeğe baksa, gözleri hep ona takılıp kalıyor, hep onu koklamak, hep onu temâşa etmek istiyordu.
Hizmetçiler çok anlayışlı idiler. İlk günlerde böyle acemilik olabileceğini çok normal karşılıyorlar, onu hiç incitmeden:
—Biraz da şu tarafları gezebilir miyiz Hasan Ağa, diyorlardı. Dur bakalım, daha neler göreceksin neler!
Gerçekten de her gördüğü şey, bir öncekini gölgede bırakacak ihtişamdaydı.
Nihâyet Hasan Ağa’yı yedi ayrı bahçede dolaştırdılar. En sonunda, sekizinci bir bahçeye çıktılar. Öylesine güzellikteydi ki, tüm kelimeler bunu tarifte yetersiz kalırdı. Zira “Şimdiye kadar hiçbir göz onu görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir beşer aklı onu hatırından geçirememişti.” Sanki bir cennetti gezdiği yerler! Ne yana bakılırsa bakılsın, yığınla nimet ve ulu bir saltanat görülebiliyordu ancak.
Çok muazzam da bir ziyafet hazırlanmıştı. Arada sırada bir güneş gibi kaybolan ev sahibi de sofranın başındaydı. Ama onun nasıl yediği belli değildi!
Yemek esnasında Hasan Ağa’nın yine eski adeti tuttu. Gezinin ilk anlarında gözlerini ilk gördüğünden nasıl ayıramadıysa şimdi de hangi yiyeceğe, hangi içeceğe dudaklarını değdirse onu bırakmak istemiyordu. Hiç birinin lezzetine doyamıyordu ki…
Etrafında kendisine nazlı nazlı bakan hûri gözlü sevimli çehreler, yine iltifatlar dökmeye başladılar:
—Birazda şunların tadına bakmaz mısın Hasan Ağa, dediler. Sanki hepsi bir ağızdan söylüyor, hayatında ilk defa gördüğü bu yiyeceklerin, tadına tat, rengine renk katıyorlardı…
Güzel olmasına her şey güzeldi ama, Hasan Ağa’nın burada çok farklı duygulara girdiği de her halinden belliydi. İkide bir ev sahibine bir şeyler söyleyecek gibi oluyor, fakat her seferinde bundan vazgeçiyordu. Bu durumu ev sahibi de fark etmişti. Ona yardımcı olmak için:
—Hasan Ağa, gâliba bana bir şeyler söylemek istiyorsunuz? dedi.
Hasan Ağa:
—Evet… Yani… Şeyy! gibilerinden söylenip tekrar sustu.
Ev sahibi:
—Hasan Ağa! Kaç gündür seninle beraberiz. Artık ben, aramızda bir samimiyet olduğunu düşünüyorum. Siz ise hâlâ çekingen ve bir yabancı gibi davranıyorsunuz?
Hasan Ağa cesaretlendi. Düşündüğünü söylemek istedi. Bir defa daha yutkundu:
—Iıııı!..... Yani, yani şeyyy!
—    Evet evet Hasan Ağa, ne?
—    ............
Meğer Hasan Ağa’nın derdi, buralarda hizmetçi olarak kalmak, geri kalan ömrünü bu güzel yerlerde geçirmekmiş. İşte bunu bir türlü söyleyemiyor.    
Neden mi? Çünkü her ne tarafa baksa, zerre kadar bir leke bile göremiyor. Nasıl böyle bir teklif ortay atabilirdi ki?
Gerçekten de her taraf, yıldızlar ve yaldızlar gibi ışıl ışıl parlıyordu.
Ev sahibi tekrar yaklaştı. Yalvarmaklı bir edâ ve cesâret verici bir sedâ ile seslendi:
—Hasan Ağa! Sizi memnun etmek, sizi rahatlatmak istiyorum. Ne olur, içinizdeki duygularınızı çözmeme bir fırsat veriniz.
Hasan Ağa son bir defa toparlandı. Neye mâl olursa olsun fikrini ortaya attı:
—Yani demek istiyorum ki, sizin bu rengârenk bahçenizde bir hizmetçiye falan ihtiyaç var mıydı? Galiba benim misafirlik sürem dolmak üzere. İşin doğrusu, bu yerleri gördükten sonra, kendi memleketimde nasıl yaşayabilirim? Acaba, diyorum. Beni buraya temizlikçi olarak falan alabilir misiniz? Lütfen!..
—Hasan Ağa! Bu teklifiniz çok garibime gitti. Ben sizin meseleyi anladığınızı sanıyordum!
—Hangi meseleyi?
—Yahu Hasan Ağa! Sen gerçekten anlamamışa benziyorsun?
Hasan Ağa, saf saf:
—Yahu dostum! Neyi anlamamışa benziyorum?
Ev sahibi, Hasan Ağa’yı iyice süzüp yavaş yavaş:
—Bak Hasan Ağa! dedi. Hiç şeksiz şüphesiz seni temin ederim ki, bu yerler zaten senindir!
—Nasıl! Be, be, benim mi? Hadi canım sende! Benimle kafa mı buluyorsun! Lafa bak. Benimmiş!
Ev sahibi de şaşırmıştı:
—Vallâhide senin, billâhi de…
Hasan Ağa bir estağfirullah çekip:
—Be kardeşim! dedi. Bu, bu, burası nere ki?
—Daha mı anlamadın Hasan Ağa. Burası mezar!
Hasan Ağa hafiften gülerek:
—Mezar mı? Bırak yav! Böyle mezar mı olur?
—Sen, sevgi peygamberimizin: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bu çukurdur.” sözünü duymamış mıydın? İşte burası cennet bahçelerinde bir bahçedir. Yani senin mezarın!
—Peki azizim. Mezara girmek için ölmek gerekmez mi? Hiç ölmeden mezara girilir mi?
—O nasıl laf Hasan Ağa, sen öldün ya?
—Neeee! Ben öldüm mü? Amma şakacısın be! Sen de beni iyi saf buldun yani!...Ben ölmüşüm de, burası da mezarımmış!  Hayır hayır, ben ölmedim! Se, sen çağırdın, be be ben de geldim!
Sonra Hasan Ağa, gayri ihtiyâri elini yüzünü yoklamaya başladı. Kendi kendine de söyleniyor:
—Ahh! diyordu. Keşke, keşke ben ölmüş olsam da, burası da mezarım olsaydı… nerde o günler!
Sonra Hasan Ağa, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiye icabı birden bire toparlandı:
—Pekî dostum, sen kimsin?
—Hâlâ mı anlamadın Hasan Ağa? Ben Azrâil’im! —   Azrâil mi? Sen ha!!! Bırak yâhu! Onu değil görmek, adını duyunca bile tüylerim diken diken olur.
—Tüylerin diken diken olmamış mıydı Hasan Ağa!
—!......

Şaşkın şaşkın muhatabına bakan Hasan Ağa’ya Azrail:
—Anlaşılan, dedi. Sana olup biteni baştan itibaren anlatmalıyım. Sonra da Hasan Ağa’ya yavaş yavaş anlatmaya başladı:

—Arkadaşların seni ziyarete geliyorlardı. Aslında hastalanmıştın. Ben de canını almak için hazırlanıyordum. Çünkü ömür sermayen bitmek üzereydi. Üstelik cenneti de kazanmıştın. Dünyada hayatını hep Allah’ın yasalarına göre yaşadın. Haramlara helâllere dikkat ederdin. Yaratıcı olarak Allah’ı tanıdığın gibi, yönetici olarak da sadece O’nu tanıdın. Kâfirlere boyun eğmedin. Allah’ın yanı sıra başkalarına da itaat etmedin. Allah’a ortak koşmak, en büyük korkundu. Yoksulları kollamak, fakirleri gözetmek, tüm canlılara merhamet göstermek herkesin şâhit olduğu huylarındandı.
Sen gerçekten Allah’ın sevgili bir kuluydun. Bunun için canını hiç incitmeden almam gerekiyordu. Zira Rabbimiz:
 “Ölen kişi Allah’a yakın ise, ona rahat bir ölüm, güzel bir rızık ve Naîm cenneti vardır.”[1] müjdesini veriyor. Fakat bende Yüce Rabbimizin celâl sıfatı tecelli etmiştir. Bu sebeple, beni ilk defa gören dehşete düşer. Allah’ın sevgili kullarının canını alacağımda, onlara önceden birkaç defa varır, yavaş yavaş onları kendime alıştırırım. Kendileriyle artık samimi oluruz. Sonra öyle bir anda canlarını alırım ki, hiç farkında bile olmazlar.
Hatırlıyor musun, size de üç defa gelmiştim de bana ancak alışabilmiştiniz. Hele o ilk geldiğim gece, öyle nasıl da heyecanlanmıştın. Tâ iliklerinden sarsılmıştın da, içinde bulunduğun dehşet hâli, misafir arkadaşlarını bile etkilemişti.
İkinci gelişimde biraz alışmıştınız. Üçüncü gelişimde ise, bana tamamen yakınlaşmıştınız. Hatırlarsan, benimle sohbet etmekten ayrılmak bile istemiyordun. Bir an geldi, bana öyle bir canın, kanın kaynadı ki, beni kucaklayacakmış gibi oldun. İşte ben o anda canını alıvermiştim. “Yarın da siz bizim fakir haneye buyurun” dediğim zaman, sen artık ölmüştün. Zaten gelmemene de imkân yoktu.
Ertesi gün, seni yıkayıp cenaze namazını kıldılar. Seni seven arkadaşların ve yakınların, mezara kadar sana eşlik ettiler. Sâdık olmayanlar ise, yarı yoldan ayrıldılar. En sonunda çok yakınlarında mezarlıktan ayrılınca, bizimle baş başa kaldın. Bilmiyorum şimdi anlayabildin mi?
Hasan Ağa artık öldüğüne, yavaş yavaş inanacak gibi oluyordu. Fakat yine de tereddütleri vardı. Onu da sordu:
—İyi de, sen nasıl Azrâil olabilirsin? Kaç gündür benimle berabersin. Dünyada benden başka ölenler yok mu?
—Biz melekler, ışık cinsinden varlıklarız Hasan Ağa. Güneşe benzeriz. Bak, güneş de bir tane ama, aynı anda dünyanın dört bir yanında bulunabilmekte, yine aynı anda milyonlarca canlının görmelerini, ısınmalarını sağlamaktadır. İşte biz de aynı anda, pek çok yerde bulunuyor, pek çok kimsenin canlarını ayın anda alıyoruz. Şu anda senin yanında olduğuma bakıp da aldanma. Şu an daha niceleriyle görüşmekte, onlara farklı sûretlerde görünmekte ve canlarını Allah’ın izniyle almaktayım.
Bundan daha önemlisi, pek çok insanın zannettiği gibi, ben bu görevi yalnız yapmıyorum. Tahmin edemeyeceğin kadar fazla yardımcım da var.
Hasan Ağa, bu açıklamalardan sonra artık iknâ olmuştu. Şimdi son bir arzusu vardı. Onu da sordu:
—Kaç gündür hep benimle beraber oldunuz. Beni hep mesud etmek istediniz. İşte bu hatıralar hatırına, sizden bir isteğim olacak, acaba mümkün mü?
—Ne demek Hasan Ağa. Lütfen buyurun, sizi dinliyorum.
—Acaba, diyorum. Çok kısa bir süre için dünyaya geri dönüp, ailem ve sevdiklerimle görüşsem, onlara burada olduğumu, sonsuz mutluluğa erdiğimi, onlarında beni takip edip, yanıma gelmelerini söylesem?
—Hasan Ağa! Sen ne yapıyorsun? Maalesef işte bu mümkün değil. Biliyorsun dünya, imtihan dünyasıdır. Herkese mutlu olacağı formül hatırlatılmıştır. Peygamberimiz: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sarıldıkça asla sapmazsınız. Bu iki şey, Allah’ın kitabı Kur’an ve benim Sünnetimdir.” buyurarak bu formülü özetlemiştir. Dileyen bu yolu seçer dileyen de dünyanın aldatıcı güzelliğini…
Aileniz ve diğer sevdiklerinizin de müslümanca yaşayıp size kavuşmalarını umarım der ve Azrâil, Hasan Ağa’yı bu sonsuz saadet yurdunda, cinsi, sayısı ve miktarını rakamların bile ifade etmekten aciz kaldığı türlü nimetlerle baş başa bırakarak ayrılır…
●●●●●

اِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتى كُنْتُمْ تُوعَدُونَ  نَحْنُ اَوْلِيَاؤُكُمْ فِى الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَفِى الْاخِرَةِ وَلَكُمْ فيهَا مَا تَشْتَهى اَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ فيهَا مَاتَدَّعُونَ  نُزُلا مِنْ غَفُورٍ رَحيمٍ 

Şüphesiz,
Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: “Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır. Gafûr ve rahîm olan Allah'ın ikramı olarak.” derler.
                                               Kur’an – Fussilet 41 / 30-32
●●●●●
[1] Kur’an- Vakıa 56 / 88–89 Ayrıca bkz: Nahl 16 /32 - Fussilet 41/30–32

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.